Gene aynı hatayı yapıyoruz, fitnecileri ve hainleri toplumda marjinalleştirmek yerine öne çıkarıyoruz.
Sonra da HDP olmadan iktidar değişmez diye hayıflanıyoruz.
Böyle böyle hainlik ve bozgunculuk demokrasi adı altında giderek meşrulaştı ülkemizde.
Dünyanın neresinde olursa olsun, ülkelerde terörizmle mücadelede bir şey esastır, o da terörü yenmek için terörizmin direkt ve dolaylı yanlılarını yok sayarak öne çıkarmayarak onları marjinalleştirmek yani teröre hizmet edecek her şeyi öne çıkarmamaktır.
Türkiye'de kendini akıllı, hoşgörülü veya demokrat sanan bazı zavallılar maalesef bunu yıllardır es geçiyorlar ve "demokrasi demokrasi" diyerek tüm terörizmden güç alan hainlere ve fitnecilere en geniş söz hakkını tanıyorlar.
Onlarda nihayetinde "5 milyon alıyoruz bizi böyle suçlayamazsınız" diyorlar. Meksika da mafyanın büyük taraftarları var, askerle ve polisle çatışıyorlar ve muhtemelen parti kursalar %10 alır meclise girerler ya da Sedat Peker bugün parti kursa aynı şekilde Türkiye'de başında olmadan meclise partisini ve bir çok vekili sokar.. O zaman siz çok kalabalıksınız deyip eyvallah mı diyeceğiz "siz mafya değil misiniz " diyeceğiz.
Siz demokrasiyi çok yanlış anlamışsınız....
Maalesef geldiğimizde noktada hala bunu yapanlar var.
Terörist başı Öcalan'ı ilk sorgulayan albayın oğlu Oğuzhan Uğur'da buna dahil. Bu tür tehlikeli konulara, ülkedeki bu cahil demokrasi bakışından dolayı iyi niyetle ve cahil ne yaptığını bilmeyen bir böyle fütursuzlukla dalıp "demokrasi demokrasi" diyerek pkklı teröristleri dolaylı şekilde savunanların reklamını yaptırabiliyor.
Meslek Arsızı ve Çok İzlenme Delisi Oğuzhan Uğur
Amaç birazda belli, milyonlarca kez izlenmek; şehidin/ailesinin onurunu korumak değil asla.
Bu cüretide muhtemelen babasının kariyerinden alıyor belki bilinmez ama, kendini önemli sanıyor çok açık ve cesur ve demokrat olduğunu sanıyor. .
Oğuzhan Uğur'un wikipedia profiline bir bakın lütfen. Ünlü olmak için yapmadığı şey kalmamış. Şarkı mı söylememiş filmi oyunculuğu mu yapmamış.. Bu adamda her numara var. Tam bir meslek arsızı.
Aklınca şimdide kendine bir misyon edinmiş siyaset tartıştırıyor halka ve siyasetçilere ve aklınca diyalogla bir çözüm bulup bitirecek terörü.
Tüm şehitlerimizin aileleri ve kanları adına yazıklar olsun demekten başka bir şey demeye gerek yok aslında
Kendinize saygınız yok anladık, 19 yaşında hayatı yiten şehitlerimize saygınız olsun,
"Kesin kazanacak bir aday çıkarmaktan daha zor ne görevi olabilir ki?" dediğinizi duyar gibiyim.
Şöyle bir giriş yapalım ve cevabı hemen verelim.
Malum 6'lı masa aday çıkarmadığı için epey tepki çekerken birde KILIÇDAROĞLU'nun 6'lı masadaki her partinin eşit olduğunu açıklaması daha büyük bir tepkiye sebep oldu.
Özellikle oy oranları az olan Deva ve Gelecek partileri bundan nasibini aldı ve hadsizlikle suçlanıyorlar.
Tartışmadan, Müzakere Etmeden, Sorun Çıkmadan Koalisyon ve Uzlaşı Kültürü İnşaa Edilmez!
Unuttuğumuz veya görmediğimiz esas şey, 6'lı masanın kazanmak dışında asıl yapması gereken en zor görevi; bir koalisyon kültürü oluşturmasıdır, daha doğrusu 6'lı masanın en zor görevi Türkiye'de hiç var olamayan "koalisyon kültürü"nü yani uzlaşı kültürünü inşaa etmesidir. Bu seçimi kazanmaktan daha zor bir görevdir.
Evet, 6'lı masa Türkiye'nin geçmişin olmayan olmadığı için bugün şu halde olduğumuz ve gelecek yıllarını yönetecek koalisyonların uzlaşı ve birlikte çözüm üretme kültürünü yani koalisyon kültürünü inşaa etmek zorunda ve bu anlamda bu muhalefetin iki temel zor görevi var; 1. aday çıkarmak ve kazanmak ve 2. koalisyon kültürünü oluşturmak ve bu koalisyon ile yönetmek. İkincisi olmadan birincisi olmaz olsa da başarılı olmaz.
Hal böyle olunca, 6'lı masada oluşan şimdiye kadar ki tüm sıkıntılar aslında çok doğal ve olması gereken şeyler.
Öyle ya, bu 6 parti tek tek kazanamadığı için bir ittifak kurdu ve karşılarındaki iktidarda tek parti olarak var değil, hatta uzun zamandır bir koalisyonla yani ittifakla ülkeyi yönetiyor. Bu iktidar koalisyonu da 4 partiden oluşuyor. MHP+BBP ve Vatan Partisi ve AK Parti.
6'lı Masa İçin İlk ve En Önemli Görev: Uzlaşı / Koalisyon Kültürünü İnşaa Etmek!
İki koalisyonun birbirinden farkı, iktidar koalisyon zamanında üst üste tek başına kazanan büyük parti ile kazanan partinin yanında geçen küçük partilerden oluşuyor.
Muhalefeti oluşturan partiler ise son 20 yılda ve hatta öncesinde hiç iktidar olmadılar koalisyon veya tek parti olarak.
73 yıllık çok partili demokrasi tarihimizde zaten Türkiye'de muhalefetteyken veya seçim sonrasında uzlaşarak koalisyon yapıp iktidara gelen ve ülkeyi başarılı şekilde yöneten bir koalisyon örneği yok.
Bu anlamda bu olursa bir ilk olacak ve olması içinde, öncelikle ülkemizde tüm batıda olup bizde olmayan koalisyon ve uzlaşı kültürünün inşaa edilmesi gerekiyor ve şu ana kadar olup biten her şey de budur.
Siyasi Kibir Hastalığının Tedavisi için Bu Tür Ödünler ve Tavizler Gerek!
Sonuç olarak, eğer tıpkı iktidarın şu an işleyen, ama başarılı olamayan koalisyonundan farklı olarak hem koalisyon/uzlaşı kültürü olan hemde başarılı olacak bir koalisyonu eğer bu muhalefet partileri inşaa edemezse hangi adayı çıkardıkları ve kazanıp kazanmadığı uzun vadede önemli değildir; çünkü uzlaşı kültürü olmayan ve başarılı olmayan bir yeni koalisyon ülkeyi talep edilen ve beklenilen şekilde yönetemez ve kısa süre de dağılır ve iktidar cephesine büyük koz verilir.
Bu sebeple, ülkemizde öncelikle ve birinci iş olarak, var olmayan koalisyon yani uzlaşı kültürünü inşaa etmek gerekiyor ve bunun için de kimin ne oy oranı olduğuna bakılmadan bir iktidar paylaşımı yapılmasında bir sakınca yoktur.
Aksine bunun sanıldığından büyük faydaları var ve zaten bu Türkiye siyasetinin en büyük hastalığı olan ; "ben güçlüyüm, ben istediğim gibi yönetirim küçük ve zayıf olanlar da buna uyar veya benim oy oranım zaten %20-30 civarında kimseyle bir ittifak kurmak zorunda değilim acelem de yok, her hangi bir koalisyonda uzlaşarak ödün vererek de yer almam, kim kimle ittifak kurarsa kursun eninde sonunda zaten seçime gider ve bu işin sonunda bende oyu mu daha arttırım" şeklinde tezahür eden, ülkemizi son 50 yıldır özellikle mahveden bu siyasi kibir hastalığının ve bu hastalığın kaynağı olan siyasi liderler ve partiler düzeyinde gecikmiş bir tedavisi olmuş olur.
Unutmuş veya bilmiyor olanlar için, koalisyon yaparak ülkeye hizmet etmek istemeyen bu siyasi kibir ve sorumsuzluk hastalığı özellikle 90'larda Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz arasında en yüksek seviye de yaşanmış ve koskoca 10 yılımız heba edilmiştir ve bugünlere gelmemizin en büyük sebebide bu olmayan koalisyon/uzlaşı kültürü ve siyasi kibir hastalığıdır.
Herkesin ortak derdi son zamanlarda kaygı bozukluğu(yaygın anksiyete bozukluğu) ve çözümü nedir diye herkes soruyor, insanlar adeta kendi içinde çırpınıyor veya etrafına şikayet ediyorlar.
Çözümü karmaşıklaştırmadan size kendi üzerimde nasıl çözdüğümü anlatabilirim.
Temelde İki Sebebi bar kaygı bozukluğunun: kişisel sebepler ve ailesel faktörler
Kişisel Sebepler
Öncelikle, aşırı kaygı yaşanılan ve içinde bulunulan şeylere karşı yapılan gereksiz ve aşırı kişisel yorumdan gelir. Çünkü biz biliyoruz ki, eğer bu kişisel yorum yoksa kaygıda kayboluyor ve hatta bir noktada giderek gamsızlık başlıyor.
Yani siz yaşadığınız bir sıkıntı ve hayati aciliyet arz eden bir şey, hastalık veya herhangi bir zayıflığınızı, sizi sıkıntıya sokacak şeyi aşırı şekilde yorumlarsanız bu endişe sizi giderek kaygıyı kontrol edemeyecek veya gündelik hayatınızı zorlaştıracak noktalara kadar sürükleyebilir.
Bunun için temel bakış ve çıkış noktası hep aynıdır, "değiştiremeyeceğin şeyler için kaygılanmamak".
Peki değiştirebileceğimiz şeyler için yaşadığımız kaygılarımız konusunda ne yapabilirsiniz.
Çelişkili veya kafa karıştırıcı olacak ama kaygı en çok gamsızlıktan gelir ve kaygıyı yenmek için gamsızlığı yenmek gerekir.
Yani çoğu kişi bunu inkar edecektir, ama kaygı bozukluğu dediğimiz şey, aslında yavaş yavaş büyüyen aşırı kaygısızlaşmanın daha doğrusu oyalanma ve boş vermişliğiniz yani gamsızlığımızın sonucunda oluşur.
Çünkü oyalanan ve boş veren daha doğrusu doğru çaba ile gelişemeyen insanlar giderek hayatındaki düzeni ve ilerlemeyi yok ederek gamsızlaşan bir insan olarak normal insan kaygı dengesini kaybeder ve kaygı bozukluğu oluşur. Ve bu gamsızlık içinde ara ara ama şiddetli veya sürekli yaşayacağı olumsuz şeylerden korkan bir insan haline gelir.
Ailesel Faktörler
Tabii tüm kaygılar kişisel kaynaklı değildir aile kaynaklı yani çevresel kaygılarda çok fazla bizim kaygı dengemizi bozar.
Sürekli kavga olan narsistik mücadalelerin olduğu veya maddi kaygıların çok fazla olduğu ve bunun önüne manevi değerlerin, dayanışmanın ve paylaşmanın olmadığı ailelerde kaygı bozukluğu tavan yapmıştır çünkü ailedeki bireylerin hepsi kendilerini yalnız hisseder ve kavga ve rekabetler ve kıskançlıklar, empatisizlik insanın hayatında olan normal kaygı durumunu bozar ve travmatik ve kontrol edilemez bir kişisel çaba ve kaosa iter.
Öncelikle bunu çözmenin yolu ailede hangi bireylerin narsist, bipolar, histeri, borderline vb kişilik bozukluklarına sahip olduğunu bulmak gerekir.
Eğer ailede bu tür aksiyona yani kavga çatışmaya rekabet ve kıskançlığa meyilli kişilik bozukluğu hastalıklarına kimlerin sahip olduğu bilinmeden ve tedaviye başlanmadan aynı ortamda yaşanılıyor ise, o ailede kaygı kontrol edilemez ve bu hasta bireylerin kendileri veya onların etkisi altında bulunan kişiler kaygı bozukluğu en yüksek perdeden yaşar ve giderek savunma biçimi olarak saldırganlaşır ve doğru teşhisler konmadan tedavi yürütülüyorsa depresyon olarak etiketlenir ve yalancı sahte bir aile ortamında hayat bu şekilde sürdürülür.
Kaygı Bozukluğunuzu Tedavi Etmenin Çözümü Nedir?
Çözüm, kaygıya neden olan şeyleri fazla yorumlamamaktan başlıyor. Modern insanlar olarak en büyük hastalığımız maalesef olaylar, konular ve durumlar üzerine üzerine sürekli yorum üretmemiz ve zihnimizi buna zorlamamız ve sonuç olarak kendimizi veya bir başkasını yargılayarak bir final arama isteğimiz var.
İç seslerimizle sürekli şunu yapmadım şöyle kötü olacak, şöyle oldu böyle kötü olacak, öyle olursa o zaman ne yaparım? O bunu yaparsa şu şöyle olursa böyle olursa.... diye diye konuşuyoruz.
Bu yorum üretme zamanla olumlu değil, olumsuz yönde telkinler halinde işleyen hale geliyor ve yorum olarak temelde kaygı üretmeye başlıyoruz.
Üretilen kaygıların çoğusu da abartı sanrılar oluyor veya bizim kendi sınırılarımızı ve aslında kişiliğimiz ve ilkelerimizi de aşan boyutlarda yargılar içeriyor.
Oysa kaygıya sebep olan konularda nötr kalmayı başarırsak ve durduk yere sürekli yorum yapmazsak bu zamanla bizim kaygılandığımız o alanlarda normal akışta gerekeni yapmaya yönelten bir enerjiye dönüşecektir ve işlerin kendi kendine de yola girdiğini göreceğizdir.
Ben son bir kaç yıldır bunu yapıyorum, kendimi yargılama ve hata arama ve anksiyete krizi denen aşırı kaygı dene şey geldiğinde, kendime "tamam kes yorum üretme, yorum üretsen de sonuç değişmeyecek zaten şu an yapabileceğin şeyler yok denecek kadar az, bırak herşey akışında davm etsin bunu yaparsan daha kötü olacak her şey" diyerek kendimi susturuyorum.
Bu, zihnin kontrolünü el almak olduğu için zamanla hayat akışınızın bizi rahatsız eden o kriz türünde şeyden bağımsız aslında kaygısız da ilerlediğini görüyor ve dönüp kendinize ve olaylara baktığınızda kaygıdan çok daha çok ürettiğiniz ve yaptığınız ve yapmanız gereken şeyleri görüyorsunuz.
Birde şunu zamanla öğreniyorsunuz ki, kaygı krizi yaşadığınız o anlarda düşündüğünüz kötü senaryoların çoğusunun gerçek dışı veya olası olmadığını anlıyorsunuz.
Bir diğer çözüm de yaşadığınız gerçeklerle kendinizi uyumlamanız, yani eğer Türkiye'de yaşıyorsanız örneğin sizi kaygılandıran şeylerin herkesin ortak kaygıları olduğunu da anlamanız gerekiyor ve buna göre isyan eden veya çok sert şekilde yaşadığınız konuları eleştiren biri olmaktan çıkıyorsunuz.
Sonuç olarak, kaygı bozukluğu başta da bahsettiğim gibi kişisel yorum ve aile gibi çevresel kaynaklıdır ve yorum yapma ve çevreyi yargılama ve kendini haklı çıkarak yargı çıkarma alışkanlığımızdan vazgeçtikçe ortadan kalmaya başlayan bir sorundur.
Kaygı bozukluğunun en kötü sonuçlarından birisi de öfke sorunudur. Öfke sorunu ise etrafınızaki insanlarla ilişkilerinizi bozacak bir şeydir bu yüzden öfkenizi de bu süreçte kontrol etmeye ve sizi kışkırtacak davranışlara karşı sakin olmaya başarmalısınız.
Öfke sorunu ise kınamaktan ve eleştirmekten gelir. Kimseyi kınayacak değerde görmeyerek öfke sorununuzun da çözümünde bir aşama kaydedebilirsiniz.
Ümit Özdağ'ın, "seçme yaşı 12 olsa" ve Muharrem İnce'nin "seçme yaşı 15 olsa tek başına iktidar oluruz" sözlerini komik ve saçma bulanlar oldu.
Oysa önümüzdeki genel seçimden bağımsız olarak bu konuyu düşünüp aklımıza getirmemiz gereken başka mühim sorular var.
Bunların en başında neden seçme yaşı 18 olarak kabul edilmiş ve bu ne kadar doğru?
18 yaş bilindiği üzere reşit olma yaşı.
"Reşit olma, genç bir insanın çocukluktan yetişkinliğe geçişidir. "
18 yaşında ruhen ve bedenen zihnen gelişiminizi kısmen tamamlayıp hayatınızın kontrolünü kendi elinize alabilecek yaşta bir yetişkin oluyorsunuz, yani bireysel kararlarınızı tek başına bağımsız olarakta alabilecek bir akli yaşa geldiğiniz yaş bilimsel olarak 18 yaş şeklinde ortaya konmuş.
Başta aileden bağımsız yaşama, evlilik ve iş gibi bir çok konuda ve tamamıyle kendi hayat kontrolünüzün kendinize geçtiği yaş 18.
Peki öncesinde bireysel hayatınızın kontrolü kimdeydi? Tabii ki ebevenlerinizdeydi.
Bireysel hayatımızın tercihleri 18 yaşına kadar ailemizde, peki toplumsal hayatımızın tercihleri neden gene 18 yaşına kadar ailede. Veya neden 18 yaşından önce toplumsal hayatımıza dair kararlara dahil ve müdahil olamıyoruz?
Malum ve kanunen 18 yaşa kadar sizin hayatınıza dair neredeyse tüm önemli kararları onlar alıyorlar ve işin tuhaf yanı sadece kendileri müdahil olmuyor aynı zamanda sizin hayatınıza toplum içinde karışacak yasaları ve politikaları de belirleyen insanları da sizin adınıza ülkeyi kimin yöneteceğini de ebevenyler belirliyor.
Peki bu ne kadar doğru?
Yani neden ben tam 18 yaşına geldiğimde ailemden ayrılıp bağımsız yaşama, evlilik, iş seçimi çalışma dahil her türlü kararları kendim alırken, neden aynı zamanda benim hayatımı toplumsal olarakta yöneten siyasetçileri de seçme yaşına da aynı yaşta sahip olabiliyorum? Neden daha önce değil?
Düşünebiliyor musunuz, bir insanın hayatında en önemli kararlardan olan; evlenme, aileden ayrılma, meslek seçimi, iş yaşamına atılma gibi son derece hayati şeylere karar verme yaşıyla, son derece tartışmalı bir alanda, siyasette bir siyasetçiyi seçme hakkını elde etme yaşı aynı; 18...
Yani bu önemli kararları verme yaşına geldiğiniz yaşta bir faşist veya hırsız siyasetçiyi oylama yaşınız aynı... Her şey birden geliyor üstünüze yani.
Peki, neden ben ailemden bağımsızlığımı elde yaşıma ulaşmadan önce beni o yaşa geldiğimde yönetecek siyasetçileri neden 3-5 sene önceden seçmeye başlayamıyorum?
Yani bu şey gibi, denize gideceksiniz ama mayoyu orada alacaksınız gibi saçma sapan bir şart gibi...
Neden mayomu daha önce alamıyorum?
Amaç ne burada siyasetçileri veya ülkeyi ergenlik çağlarımda benden korumaya mı çalıyorlar?
Yani ben eğer 15 yaşında veya 13 yaşında oy kullanırsam ülkeyi tehlikeye atacak kişileri seçerim diye mi benden korkuyorlar?
Neden mesela ben 18 yaşında artık aileme daha fazla yük olmaya başlayacağım bir dönemden önce kendi kişisel ve toplumsal tedbilerimi de alacak şekilde ve dışarıdaki hayata adapte olmaya başlamak adına da beni yönetecek siyasileri 15 yaşından itibaren seçmeye başlayamıyorum?
Öyle ya, gene aynı 18 yaş konusundaki gibi bilimsel olarak çocuklar 12 yaşından itibaren inanç ve siyaset gibi soyut şeyleri kavrama ve anlama yani yorumlama yaşına geçiyorlar.
Peki neden tam 6 yıl sürüyor benim hayatıma dair kararlar veren insanları seçme hakkım?
Neden 15 yaşına geldiğimde, siyaset gibi son derece ortada yaşanan ve deneysel yani deneme yanılma ile öğrenilen ve yaptığınız seçimlerden(kullandığınız oylardan) kanunen sorumlu tutulmadığınız son derece serbest sosyal bir faaliyette oy kullanıp bir tercih ve fikir sahibi olamıyor ve 3 yıl daha fazladan dışarıdan sadece gözlemci olup ama oy kullanamıyorum?
Gördüğünüz gibi 18 yaş seçme hakkı tamamen saçma ve bilim dışı bir şey ve evlenme veya tek başına yaşama gibi önemli bir kararlara görece daha az önemli olan seçme hakkının ikisinin de 18 yaş sınırında olması tamamen bir saçmalık ve bunak siyasetçilerin kendilerini daha zeki ve otorite sandığı bir şey.
Atatürk’ün meşhur bu sözünde demek istediği öyle bir ince mana var ki; bunu herkes elbette kavrayamaz.
Atatürk, o meşhur sözünde aslında diyor ki;
"Ey bu ülkeyi her şeyini feda ederek kuran insanlar!
Ne mutlu size ki; sizler bu devleti savaşarak kuran insanlar içinde şu an burada yer alıyorsunuz.
Sizler bu sebeple öyle mutlu olmalısınız ki; çünkü verdiğimiz çetin savaşlarda büyük birlik ve beraberlikle tüm kalbinizle ve büyük bir imanla savaştınız ve Türkiye devletini kuran kurucu vatandaşlarımız oldunuz ve bu şekilde büyük Türk milleti içinde yer aldınız.
İşte sizler bu yüzden kendinize "Ne Mutlu Türküm Diyene!" diyerek çok mutlu ve gururlu olmalısınız.
Gelecek nesiller de torunlarınız da sizin gibi "Ne Mutlu Türküm Diyene" diyecek kadar gururda olarak siz atalarının var olduğunu bilecek ve buna layık nesiller olacaklardır ve bu gururu da en başta size bir vefa ve saygı göstergesi olarak her zaman "Ne Mutlu Türküm Diyene" sözüyle ifade edeceklerdir.
Bu şanlı ve bağımsız millet olma gururunu da içeriden ve dışarıdan bölmeye çalışanların yorumlarını dinlemeden yine bu sözle yaşayacaklardır"
Özetle manası budur bu sözün, her akıl sahibi insan olan insanın, şu zamanın siyasi kavgaları ile değil, atalarının geçmişteki mücadelesi ve özverisi ile anlayacağı...
Zeka geriliği olanların, hainlerin ve kötü niyetlilerin ise anlayamayacağı....
Kaldı ki, bu söz bir emperyal güç olmak için etrafına saldırırken değil, bir imparatorluğun çöküşünden sonra kalan son toprakları kurtarıldıktan sonra söylenmiştir.
Objektif Akıl, kişisel önyargılar veya duygulardan ziyade gerçeklere ve kanıtlara dayanan bir düşünme ve sorunlara yaklaşma biçimidir.
Kişisel görüşlerin veya inançların kişinin bakış açısını etkilemesine izin vermek yerine, ilgili tüm bilgileri dikkate alma ve bu bilgilere dayalı olarak mantıklı sonuçlar çıkarma istekliliği ile karakterize edilir.
Objektif bir akıla sahip olmak, karar vermenizi ve sorunları daha etkili ve adil bir şekilde çözmenizi sağladığından birçok durumda yardımcı olabilir.
İdeolojik fanatizmden uzak, gerçeği; tarafsız, cesurca ve özgüvenle görüp anlamak. Yani hangi ideolojiden olursan ol, bir konu hakkında tarafsızca görülebilen açık bir gerçeğin olduğunu düşünen ve bu gerçeği ortaya koyan akıldır.
Felsefede "Objektif (Nesnel) Akıl" kavramı, bizim algılarımızdan veya düşüncelerimizden bağımsız bir gerçekliğin var olduğu ve bu gerçeğin akıl ve gözlem yoluyla öğrenilebileceği fikrini ifade ediyor. Bu fikir genellikle felsefe ve bilimdeki nesnellik kavramıyla ilişkilendirilir.
Dünyada olup Türkiye'de olmayan tek şey; OBJEKTİF AKIL evet, bunun matematiksel kanıtı var.
Dünya'da "objektif akıl" bir çok toplumda özellikle batı da kullanılıyor,
Türkiye'de ise arama yaptığımızda bizim videomuz dışında "Objektif Akıl" ile ilgili sadece bir sonuç çıkıyor kanal 9 milyon sonuç ise objektif kelimesi ile ilgili..
Son 8 ayda 30 vatandaşımız köpek saldırılarında ve köpek saldırısı kaynaklı kazalarla öldü ve ülkemizin 12 yıldır ana muhalefet lideri olan siyasetçisi KILIÇDAROĞLU uyuşturucu konusunda ki hassasiyetinin milyonda birini bu soruna göstermiyor. Bu sünepelik değildir de nedir?
En ilginç kısımı ise, bu konuda sosyal medyada epey kafa yoran ve çalışan insanlar da bir eleştiri yapıp ana muhalefet liderini sorumlu ve duyarlı olmaya bile davet etmiyor.
Kılıçdaroğlu Neden Sokak Köpekleri Hakkında Bir Şey Söylemiyor?
Buyurun kanıtı Google'a "Sokak köpeği saldırı Kılıçdaroğlu" yazdığınızda hiç bir tane sonuç çıkmıyor.
Sonuç olarak, 20 yıllık iktidarın hangi sebeplerle, başta hayvanistlerin oyu ve devlete maliyeti yüzünden bu sorunu yeterince aciliyetle çözmek istemediği açık, peki henüz iktidar olmayan ve her konuda ne varoşta yaşayan halkı ve halkın hayatını hararetle savunan KILIÇDAROĞLU neden bu konuda hiç konuşmuyor.
Burdan çağrı yapıyoruz kendisine;
"Ey Bay Kemal" bu sünepeliğinizin ve vurdumduymazlığınızın sebebi nedir?
Toplasak en fazla 10000 tane fanatik havyanperestin oyunun hesabını mı yapıyorsun yoksa artık tamamen bunadın da bu konuyu ciddiye alacak kadar bilişsel yeteneğin mi kısıtlandı..
Yani hem uyuşturucu hemde köpek sorununu aynı anda beynin işleyemiyor mu?