Türkiye 100 yaşını geçmiş bir cumhuriyet artık ve insanlarımızın her biri ülkemizde 100 yıldır bir birey olarak tanımlanıyor. Yani, özgürce düşünen ve kendi kararları ile kendi hayatına yön verip bununla beraber toplum yaşamına ve yönetimine de özgürce katılan insanlarız. Cumhuriyet ve demokrasi bize bunu verdi çünkü.
Bu özgür insan hali her insana temel insani haklar ve toplumsal görevler veriyor bireysel ve toplumsal yaşamda. Bizler yüz yıldır istediğimiz eğitime, yaşam tarzına veya işe, kısaca istediğimiz yaşama sahip olma konusunda eskiye oranla çok özgürüz. Evet, zaman zaman insanların bu halini ortadan kaldıran başta darbeler ve sivil diktalarla dönem dönem bu özgürlüklerimizi ortadan kaldırıp veya sınırlandırsa da hepimiz yaşamımıza genel anlamda hükmedebiliyoruz.
Ama, ülkemiz geçen 100 yıla rağmen gelişmiş bir ülke olamadığı için hayatlarımız son derece ortalama ve sınırlı maddi imkanlara sahip olarak geçiyor. Ülkedeki hırsızlık ve yanlış yöneticiler elbette bunun birinci sorumlusu. Ama kalan sorumluluklar tamamen bizde. Ve bizler maalesef çok çabuk pes ediyor ve kabulleniyoruz bu sınırlı ülke şartlarında var olan kötü şeyleri.
Çünkü; bizler özellikle yolsuz ve hırsız tarafta olmayan dürüst insanlar olarak son 50-60 yıldır bu fakirliğimizi giderek kanıksadık ve bunu çok büyük bir gurur meselesi yaptık ve yerimizde sayıyoruz. Oysa ülkemizde dürüst ve fakir olarakda yapılabilecek çok fazla şey ve elde edilecek maddi ve manevi zenginlikler var.
Maalesef böyle bakmak yerine giderek fakirliğimizi de vasatlığımızı da bir gurur meselesi yapıp hatta kendi hayatına kast eden kibir meselesi yaptık. Malum biz millet olarak çok gururlu ve köklü bir geçmişten geliyoruz. İmkanlarımız ve kaynaklarımız ne kadar az olsa da yanlış yollara sapmadan mevcut halimizle yetinip ve haysiyet ve gurur sahibi olarak her türlü sıkıntıyı çeken insanlarız.
Hal böyle olunca bu fakirlik içindeki gururlu olma çabamız, modern yaşamla beraber özellikle şehir hayatında başka bir ruh halin evrildi. Bu hal kısaca "fakir ama kibirli" olmak olarak tanımlanabilir. Örneğin, göçebe bir toplumdan gelen bir millet olarak kırsalda fakir ve dürüst insanlarımız hayvan dışkısından bile maksimum yararlanırken, aynı insan şehire gelince başka bir ruh haline büründü ve apartman hayatı içinde diğer sınıflarla özellikle de zenginlerle olan etkileşimi sonucunda zamanla az yetinen dürüst ama kibirli bir hale bürünmeye başladı. Yani gururun yerini kibir aldı şehirdeki dürüst insanlarda.
Örneğin, bu kibir en basit anlamda biz de çöpten atık toplayan insanları küçük görmek, pazarcı esnafını küçüçk görmek veya ikinci el eşya veya kıyafet kullananları hakir görmek şeklinde tezahür etmeye başladı.
Maalesef Türk milleti olarak kentlileşme ve çağdaşlaşma konusunda en eğitimlimiz bile bu ""fakir ama kibirli olma" hastalığına yakalandık. Zenginin kibirli olması son derece anlaşılabilir bir şey olabilir şu zamanda, ama fakirin hem fakir hem de kibirli olması hiç akıllıca ve normal bir durum değil. Büyüklenme ve kendini başkalarına göre aşırı beğenme hastalığı olan kibir toplumsal hayatımızı nerdeyse esir almış durumda.
Kimse hem fakir hem de mütavazı olmak istemiyor ve dürüstlük ile perçinlediği fakirliğini bir kibir olarak kullanmak ve fakirliğini bununla örtmek peşinde. Bu kibir hastalığı şu anda toplumumuzun %50-60'ına sirayet etmiş gibi gözüküyor.
Hem konuştuğumuz ve imrendiğimiz İskandinav ülkelerinin insanların tüm sosyal haklara sahip olsa ve en insani şartlarda yaşasalar ve bizden de %10 kat zengin olup kişi başına düşne milli gelir elde etselerde sosyal ve bireyse hayatlarında son derece mütavazı olduklarını bir plaj terliğini bile çöpe atmayıp başkası kullanacak şekilde ekonomi için de tuttuklarını duyuyor veya çöplerini %100 dönüştükdüklerini biliyoruz.